AYDIN GEZİ REHBERİ


Bugün Menderes Güneşi Aydın’ı keşfetmeye ne dersiniz. Antik çağın ünlü tarihçisi Halikarnassoslu Herodot’un deyimiyle, “Bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzünün altı ve en güzel iklimin bulunduğu yer”, ünlü seyyahımız  Evliya Çelebi’ye göre ise “Dağlarından yağ, ovalarından bal akmaktadır”.

Konumu, elverişli iklimi ve bereketli topraklarıyla Antik çağda, başta Lydya,İon ve Karya olmak üzere birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, Aphrodisias,Milet ,Priene,Magnesia  ve Nysa gibi dönemin en ünlü kentlerinin yaşam alanı olmuştur. Aydınoğulları Beyliği ve Osmanlılar için her zaman önemli olmuştur, o nedenle günümüzün en büyük şehirlerinden olan İzmir Aydın Vilayetine bağlanmıştır.

Kurtuluş Savaşı denilince, özellikle zeybekleriyle destanlar yaratmıştır..Yörük Ali’yi,Demirci Mehmet Efe’yi, Çakırcalı’yı ve Atçalı Kel Mehmet’i unutmak mümkünmüdür.
Belki küçüktür Aydın, insan sıkıntı çeker bazen, ne yapacağını günü nasıl geçireceğini bilemez..Ama dışarıdaysan, uzaktaysan çok özlenir Aydın (Benim gibi uzakta olanlar özlemle bahseder Aydın’dan)
Gezmeyi ve yüzmeyi sevenler  için aslında cennettir Aydın.. Şimdi şöyle bir Aydın turu atmaya hazırız.Aydın’ı anlayarak gezebilmek için en az iki güne ihtiyaç duyar insan.Ben Aydın meraklılarına iki günlük bir program yapmayı isterim; birinci gününüzü Aydın’ın batı bölümünü, deniz kıyısını da kapsayacak şekilde planlayalım, ikinci günümüzü de Aydın ve doğusuna ayıralım..Buyrun;
Güne sabahın erken saatlerinde Aydın’ın Ortaklar Beldesi’nden başlayalım. Yarım saatimiz ayırarak sabah çayımızı Ortaklar’ın kuzeyinde otoban kenarındaki Selatin Köyü’ndeki asırlık çınar altında içmenizi tavsiye ederim.

Selatin Anıt Ağacı

800 yılı aşan yaşıyla  anıt ağacı ile turist çekme çabası son yılların uğraşları arasındadır. Selatin anıt ağacı; yaş, çap ve boy  özellikleri ile kendi türünün alışılmış ölçüleri üzerinde boyutlara sahip olan; ilginç yapısı nedeniyle izleyenlerin belleğinde yer tutan, yöre folklöründe, kültür ve tarihinde özel bir yer edinen, geçmiş ile günümüz arasında iletişim sağlayabilecek uzunlukta doğal ömre sahip olan ağaçlardan birisidir. Görsel bir ayrıcalığı olan Selatin çınarı, yöre halkı için moral kaynağı ve kültürel bir özellik taşımaktadır. Gövde çapı yaklaşık 9m olan Selatin çınarının yüksekliği ise yaklaşık 18 m dir. Gölge çapı 35 m yi geçmektedir.
İlk toprağa tutunduğu tarih olarak 1200 yılından öncesi tarihlenmektedir. Bu tarihte ağacın bulunduğu alan Selçukluların egemenliği altındadır. Çınar ağacı Selçuklulardan sonra sırasıyla, Menteşoğulları, Aydınoğlulları ve Osmanlı dönemine, ayrıca Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki zorluklara ve yakın tarihimize de tanıklık etmiştir. 800 yıldan fazla süren bu süreçte gölgesinden kimler faydalanmış, kimlerin konuşmalarına şahit olmuştur. Ne iklim değişmeleri görmüş, ne yangın tehlikeleri atlatmıştır. Dallarına hangi çocuklar tırmanmış ve hangileri düşerek ağlamıştır. Altında kaç sevgili buluşmuş, kaç mutlu tören yapılmıştır. 2002 yılında İzmir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından koruma altına alınmıştır. Çeşitli kuruluşların yardımları ile çevre düzenlemesi yapılmış ve turizme kazandırılmıştır. Selatin tünelinin yapımı bölgedeki yer altı su kaynaklarını etkilediği için kuruma tehlikesi geçiren ağacı, Orman Bölge Müdürlüğü’nün çalışmaları kurtarmıştır.
Yolumuza otoban açılışından sonra önemini kaybeden Söke-Bodrum yolunda devam ederseniz, yaklaşık 2 km. sonra Tekin Köyü yakınlarında sağ tarafta kahverengi Magnesia tabelasını göreceksiniz. Yıllarca küçük yatırımlarla parça parça yapılabilen kazılarla az bir bölümü açığa çıkarılmış antik kenti gezmek için yarım saat ayırmanız yetecektir.


Magnesia;

Magnesia antik kenti, Aydın İli, Germencik İlçesi, Ortaklar Bucağı’na bağlı Tekin Köyü sınırları içinde, Ortaklar-Söke karayolu üzerindedir. Kent efsaneye göre Thessalia’dan gelen Magnetler tarafından kurulmuştur. Apollon’un kehaneti ve yol göstermesi üzerine Anadolu’ya gelen Magnetlerin kurdukları ilk Magnesia’nın yeri bilinmemektedir. Diodor, Menderes Nehrinin sürekli yatak değiştirip taşması sonucu meydana gelen salgın hastalıklar ve Pers tehlikesine karşı Atinalı Thibron’un kenti M.Ö. 400-399 taşıdığını yazmaktadır. Büyük bir olasılıkla Thibron yeni bir kent olmaktan çok, Magnesia kenti sakinlerini bugünkü Magnesia’nın eteklerinde Thorax (Gümüş) Dağı’nın eteklerinde Leukophyr’e getirmiş ve orada korumuş olmalıdır. Bu nedenle bugünkü Magnesia’ yı da daha sonraki bir dönemde kurulmuş saymak doğru olacaktır.
Yeni Magnesia çevresi surla çevrili, yaklaşık 1300x1100 m2 bir alanı kapsayan, ızgara planlı cadde ve sokak sistemine sahip bir kentti. Priene, Ephesos ve Tralleis üçgeni arasında ticari ve stratejik açıdan önemli bir konuma sahipti. Magnesia’nın zamanımızdaki ünü; tasarım ve uygulamalarıyla günümüze kadar ulaşmış olan mimar Hermogenes’ten kaynaklanmaktadır. Antik yazar, mimar Vitruvius’a göre Hermogenes, Pseudodipteros tapınak planını ve sütun aralıklarına göre tapınak tiplerini belirleyen ilk mimardır. Vitruvius ayrıca Hermogenes’in baş eserinin Magnesia’daki Leukophryne Tapınağı olduğunu da söylemektedir. Hermogenes bu tapınağı arkaik döneme ait ilk tapınağın yıkıntıları üzerine Hellenistik dönemde inşa etmiştir. Tapınak İon düzeninde 8x5 sütunlu olup 67,5x40 m. Boyutuyla Anadolu’nun Helenistik dönemdeki dördüncü büyük tapınağıdır.

1994-2001 yılları arasında Artemis kutsal alanında yürütülen kazı çalışmaları sonucunda tapınağın önündeki altar ile agora arasında mermer döşemeli tören alanı ortaya çıkartılmıştır. Tören alanı çevresi boyutları 3 m.ye ulaşan tanrı kabartmalarıyla kaplı olup, önünde kurban halkaları yer almaktadır. Törenlere katılacak dernek yada grupların duracakları yerleri belirten “Topos” yer yazıtları, alanın iki yanını sınırlayan döşeme blokları üzerinde yer almaktadır. Kutsal alanı çevreleyen stoadan bölümler ortaya çıkartılmıştır. Magnesia’nın diğer önemli yapılarından biri de bugün mil altında kalarak ortadan kaybolmuş olan agorasıdır. Agoraya, Artemis kutsal alanından kutsal bir kapıdan girilir. Propylon tümüyle ortaya çıkartılmıştır. Agora 26 000 m2‘lik boyutu ve 414 sütunu ile dönemin en büyük çarşıları arasında yer almaktaydı. Magnesia’da eski çalışmalarda Bizans dönemine ait olduğu düşünülen yapının, 1989-2001 yılarında yapılan kazı çalışmaları sonucu Homeros’un “Odyseia” adlı eserinden tanıdığımız köpek bacaklı Skylla’nın macerasını anlatan kabartmalarla betimlenmiş başlıkların kullanıldığı Roma dönemine ait “Çarşı Bazilikası” olduğu anlaşılmıştır.
Dini amaçlı törenlerde kullanılmak üzere yapılmakta iken heyelan nedeniyle yarım kalmış bir yapı olan Theatron, 32 kişilik Latrina (genel tuvalet) ile birlikte Magnesia’nın önemli yapıları arasında yerini almıştır. Magnesia’da bugün kısmen görülebilen diğer yapılar arasında ise, Milet’teki Faustina Hamamının bir kopyası olan hamam, Odeon, Stadion, spor ağırlıklı bir eğitim merkezi olan Gymnasion, Roma tapınağı, Bizans suru ve 5. yy.a ait enine planlı Çerkez Musa Camii sayılabilir.


Sonraki durağımız Kuşadası. Aydın’ın Avrupa’ya açılan kapısı, yaz mevsiminde nüfusu yüzbinleri aşan turizm merkezi. Kuşadası’nda olmazsa olmaz işlerden biri tabii ki çarşı gezmesi, Öküz Mehmet Paşa Kervansaray’ı ziyareti.. Ardından Güvercin Ada ve kale turu ve denize karşı keyif çayı içmeden olmaz.
Kuşadası’ndan sonra doğal güzelliklerin keyfini çıkarmanın en ideal yolu Davutlar Milli Parkı’nda kısa bir tur atmak ve ünlü Zeus Mağarası’nı gezmektir.

Zeus Mağarası,

Zeus Mağarası Kuşadası Güzelçamlı da Milli Parka gelmeden hemen girişe yakın soldadır. Dilek Yarımadası Milli Parkı’nın giriş kapısının sol tarafında, 200 m. İçeridedir. Mağaranın girişi, 20 metre kadar kayrak (kaygan) taşlı patikadan sağlanır. Dilek Milli parkının adından dolayı mağaranın sağında ve solunda bulunan ağaçlara gelenler Dilek için bez parçaları bağlamaktadırlar.
Mağaraya girildiğinde, O haşmetli tanrı zeus un yüzünü görür gibi olursunuz. 10 – 15 metre derinliğindeki su adeta burayı bir havuz haline dönüştürmüştür. Mağaranın suyu yaz kış yaklaşık 5 derece sıcaklıktadır. Yazın içerisi serin, kışın ise ılıktır. Suyunun bayanların cildinde güzelleştirici bir etkisi olduğuna inanılır. Mavi Yeşil renkli su dağdan gelen tatlı suyun ve denizden gelen tuzlu suyun karışımı ile yavan bir maden suyu haline dönüşmüştür. Kışın yöredeki gençlerin yazında turistlerin yüzme havuzu haline dönüşen mağara muhteşemdir.
Yolumuzu tekrar Söke’ye döndürdüğümüzde turumuza Priene Antik Kenti ve Eski Doğanbey Köyü’nü eklemeliyiz.

Priene,

Belki Efes ve Milet kadar ismini duyuramamış olsa da benim özellikle gezmekten büyük keyif aldığım antik kentlerdendir Priene. Samsun Dağları’nın eteklerinde kurulmuş bu İon kenti için en az bir saatinizi ayırmalısınız.Şehir planına hayran kalacak,amfitiyatrodaki mermer koltuklara oturup kendinizi binlerce yıl ötesinde hissesdeceksiniz,Athena Tapınağı’nda Söke Ovası’nı izlerken üç bin sene önce bu verimli düzlüğün deniz,Priene’nin de liman kenti olduğunu düşünüp hayallere dalacaksınız.. Bu arada buradan denizi izleyip hayallere dalanın sadece siz olduğunuzu sanmayın, Büyük İskender’in bile denize nazır bir ev yapıp bir süre burada kaldığını söyleyelim..
Priene’de ilk kent, büyük olasılıkla Latmos körfezindeki bir yarımada üzerinde yer alıyordu ve iki limanı vardı. Bu ilk yerleşmeden günümüze ulaşan belge, ön yüzünde Athena başı görülen ve MÖ 500 tarihinde basılmış olan elektron bir sikkeydi. Priene kenti günümüzdeki yerine, MÖ 350 de kurulmuş olup, sağlam bir kent duvarı ile çevrilmiştir. Günümüzde de surların bazı kesimlerinde rustik duvar işçiliğinin güzelliği dikkat çekicidir. Usta mimar Miletoslu Hippodamos un ızgara planı ile yamaca oturtulan kent, yöreye ait gri-mavi mermerden inşa edilen yapılarıyla, dört set olarak inşa edilmiştir. İonya nın 12 kenti olan Miletos, Priene, Myus, Ephesos, Kolophon, Erithrai, Klazomenai, Foça, Samos, Kios, Teos ve Lebedos un meydana getirdikleri dini ve siyasi birliğin toplantı merkezi olan Panionion Priene nin sınırları içinde kalıyor ve buradaki törenleri Prieneliler yönetiyordu. Naulocho adında bir limanı vardı. Menderes ırmağının taşıdığı mil birikimleri, Priene yi denizden uzaklaştırmış ve Roma Dönemi nin sonlarına doğru kent önemini yitirmiştir. Ancak Bizans Döneminde önemli bir piskoposluk merkezi olmuştur. 13. yy.da tümüyle terk edilen kentin, kale duvarlarıyla çevrelenmiş üç büyük giriş kapısı vardır.

MÖ 4.yyda inşa edilen 5000 kişilik, çağın en güzel tiyatrolarından birine sahip olan Priene, Mısır tanrıları Anubis ve Serapis e ait tapınaklarıyla muhteşemdir. Priene de kaçırmamanını tavsiye ettiğimiz diğer tarihi yapılar ise agora, kutsal stoa, Zeus Olympos temenosu, meclis toplantılarının yapıldığı 640 kişilik bouleterion (kent meclisi), ileri gelen konukların ağırlanıp barındığı konuklar evi (pyrtaneioum), kilise, stadium ve İskender evidir. Demeter temenosu akropolün eteğindedir. Tanrıça Athena için ion tarzında yapılan tapınak, kentin en hakim yerine kurulmuştur. Önde 6, yanlarda 11 sütun bulunan tapınağın cella bölümünde, Athena nın altın ve fildişinden yapılma heykeli yer almaktaydı. Bu tapınağı, dünyanın yedi harikasından biri olan Mausoleum'un (Halikarnas Mozolesi) mimarı Pytheos inşa etmiştir. Tapınak sunağının günümüzde yalnız bir bölümü ayaktadır.


Priene antik kentinden çıkıp ana yoldan sağa devam ettiğinizde yaklaşık yarım saat sonra Eski Doğanbey Köyü tabelasını göreceksiniz. Lozan barış antlaşması doğrultusunda mübadeleyle Yunanistan’a giden Rum’lardan kalan köylerimizden. Yıllarca kaderine terkedildikten sonra yirmi yıldır özellikle İstanbul’lular buradaki evlerden alarak restore ettirmişler. Bugün taş döşeli sokakları, mimarisiyle dikkati çeken taş evleri ,sessiz doğası ve temiz havasıyla ilgi çekiyor..Köyde bir tur atmak yorgunluğunuzu alacak..


Doğanbey’den ayrılıp geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz, rotamız Didyma (Didim) antik kenti ve Apollon Tapınağı.Didim yol ayrımında bir süre gittiğinizde önce Büyük Menderes’in denize kavuştuğu yeri, devamında da sol tarafımızda ünlü Miletos Antik kentini göreceksiniz.Antik çağın en büyük felsefe ve matematik okullarından sayılan Milet’te göreceğiniz bir çok değer var..





Milet;

Milet, Anadolu'nun batısında, Ege bölgesinde (klasik adı Meander olan) 'Büyük Menderes Nehrinin hemen ağzına yakın deniz kıyısında bir antik liman şehridir. Şimdi Aydın'in Didim İlçesi'nde Akkoy'un 5km. kuzeyinde ve Balat köyü yakınında bir harebe halinde olup limanı Büyük Menderes tarafından doldurulduğu için yaklaşık 10km denizden içeride bir mevkidedir.
Milet gezinize 15 bin kişilik tiyatrodan başlayabilirsiniz.Kulis ve localara hayran kalacaksınız. Ardından Liman Caddesi,Stoa,Antik Yol,Agora ve Faustina Hamamı kalıntılarını gezmelisiniz.
Milet’ten ayrılmadan Milet Müzesini ve mermer işçiliğiyle ünlü İlyas Bey Camii ve Külliyesi de mutlaka görülmeli.


Milet’ten ayrılıp Akköy üzerinden yaklaşık 20 dakikalık yolculukla ülkemizin en güzel tapınaklarından birine sahip olan Didyma (Didim) antik kentine geliyoruz. Antik çağın en ünlü kehanet merkezi ve tapınağı Apollon’u geziyoruz. Yapımı yüzlerce yıl süren ancak bir türlü tamamlanamayan tapınak dev sütunları mermer işçiliği, gözlerine bakanları yılana çevirdiği rivayet edilen meşhur Medusa başıyla mükemmel bir yer. Mermerler üzerinde inşaatta çalışan ustaların imza ve mühürlerini yansıtan kabartmalar, tapınağın çevresinde yapılan gösterileri izlemek için yapılan basamaklarda oturma yerlerinin kimlere ait olduğunu gösteren isimleri görmek güzel olduğu kadar şaşırtıcı da..



Yorucu geçen günü tamamlamak bu yorgunluğu atmak için kapamışı Bafa Gölü kıyısında yapmalısınız. Didim-Akbük yolunu takip ederek Bodrum yoluna devam ederek yaklaşık 45 dakika sonra BafaGölü’ndeyiz. Aydın-Muğla sınırında yer alan Ege Bölgesi’nin en büyük gölü bin beş yüz yıl öncesine kadar Ege denizi’nin bir körfezi (Latmos).Bafa Gölü ve çevresi aslında bir günlük gezi rotası ama yoğunlaştırılmış bir özet tur yapalım.. Burada yapılacak bir çok faaliyet var..


Mitolojiye göre Ay Tanrıçası Selene’nin Latmos Daglarında çobanlık yapan güzel delikanlı Endymiona aşık olduğu yerdir burası.Bafa Gölü kıyılarında ve antik Heraklia kentinde(Kapıkırı Köyü) gezerken onların aşkının güzelliğini hissedeceksiniz. Girişte sol tarafta kalan Bizans Kalesi kalıntılarını gezmekle başlamalı tura. Kalenin çevresinde kimisi göl suları içinde kalmış yüzlerce kaya mezarı göreceksiniz.Ardından yönünüzü köye  çevirdiğinizde evlerin altında kalan tiyatro ve meclis binasının, okulun altında yer alan agorayı, ineklerin bağlandığı mermer sütunları görmek şaşırtıcı tabii. Okul bahçesinden geçerek Athena Tapınağı’na çıktığınızda gölün bütün güzelliği gözler önüne seriliyor. Bafa Gölü’nde mutlaka yapılması gereken keyifli işlerden biri de gölde tekne turu yapmak ve adalarda yer alan manastır ve şapel kalıntılarını keşfetmek. Bu konuda pansiyonlar her türlü yardımı sağlıyor.


Bu kadar yoğun ve yorucu bir günü tamamlamanın en güzel yolu Bafa Gölü kıyısında yer alan pansiyon veya restoranlardan birinde oturup göl balıklarından ve zeytinyağlı yemeklerden oluşan akşam yemeğinin tadına bakmak. Bafa Gölü’nde akşam güneşini batırmak unutulmaz bir an yaşatıyor insana.Yorgunluk falan kalmıyor çok keyifli bir gün geçirdiğinizi düşünüyorsunuz ve iyi ki Aydın’lıyım, iyi ki Aydın’dayım dedirtiyor insana..


İkinci gün gezimize Aydın merkezden başlayıp doğu bölümünü turlayalım dilerseniz. Dediğim gibi iklimi ve verimli topraklarıyla binlerce yıldır yerleşime açık olan Aydın’da gezilecek daha çok güzellik var. Önce Tralleis antik kenti diyelim.

Tralleis

Tralleis antik kenti Aydın ilinin kuzeyinde, Kestane dağlarının hemen güney yamacındaki plato üzerinde yer almaktadır. İl merkezine 1 km. uzaklıkta olan kent, argoslular ve Tralleis’liler tarafından kurulmuştur. Menderes havzasının verimli toprakları üzerine kurlmuş olan bu kent M.Ö.334’te İskender tarafından alınmasından sonra Hellenistik krallıklar arasında sık sık el değiştirmiştir.
Tralleis’te bu gün ayakta kalan tek yapı “Üç Gözler” olarak adlandırılan 2. asırda yapılmış olan, antik çağın eğitim, spor ve kültür açısından önde gelen yapılarından olan gymnasiuma ait kalıntıdır. Roma dönemine ait bir hamam, tiyatro, agora, stadium kentin diğer yapılarındandır. Devam eden kazılarla da kentin toprak altında kalmış kısımları ortaya çıkarılmaktadır. İlkçağda ürettiği deriler ve kırmızı renkli çanak çömlek ile ünlü olan kent, Apollonios ve Tauriskos isimli iki büyük yontu ustasını ve Ayasofya’ın mimarlarından Anthemios’u da yetiştirmiştir. Heykel sanatının dünyaca ünlü iki heykeli olan Farnese Boğazı ve Genç Atlet isimli heykeller de Tralleis’in gün yüzüne çıkan harikalarındandır. 

Antik kaynakların ve arkeolojik belgelerin Tralleis, bazen de Trallais olarak nitelendirdikleri kent, Aydın İlinin Mesogis (Kestane) dağlarının güney eteklerinde Trakyalılar ve Argoslular tarafından Dor göçleri sonrasında (M.Ö.13. yy.) kurulmuştur. Luwi kökenli Tralla sözcüğüne Helen dilinin …lılar halkı anlamına gelen –eis takısının eklenmesiyle türetilmiştir. Tralla kentinin halkı anlamındadır.
Tralleis hakkında yazılmış Aphrodisias’lı Apollonios’un Peri Tralleon, (Tralleis üzerine) Mısırlı Kristodoros’un Patria Tralleon (Tralleislerin ülkesi) adlı antik yapıtlar vardır. Ne yazık ki ele geçmemişlerdir. Geçen yy.da bölgede araştırmalar yapan O.Rayet ve A. Thomas Tralleis tarihini araştırmışlardır. Her ne kadar Tralleis’in tarihi Kalkolitik çağa kadar uzansa da Heredotos ve Thukydides’in yapıtlarında adı hiç geçmemektedir. İlk kez Ksenophon tarafından yazılmış Anabasis ve Helenika’da adı geçen Tralleis, Geç Arkaik ve Erken Klasik dönemlerde önce Genç Kyros’a bağlı Pers Satraplığı denetiminde, sonra Perslere bağlı Karia Satraplığı yönetimindeydi.
Tralleis M.Ö. 334 yılında Büyük İskender’in Anadolu’da Persler’e karşı yürüttüğü savaşta Magnesia ve Nysa ile birlikte direnmeden teslim oldu. Daha sonra Diadokhalar kavgaları sonrasında Tralleis uzun bir süre için Seleukoslar imparatorluğuna bağlandı. I. Antiokhos (280-261) Menderes nehri boyunca uzanan ana yolu güvence altına almak için Tralleis kentini yeniden kurdu. Seleukeia adını alan kent M.Ö. 4. yy.da Sparta ordularına karşı koyacak kadar güçlüydü. M.Ö. 3. yy.da sınırlı bir özerkliğe kavuşarak bronz sikkeler bastırdı. Tralleis M.Ö. 188’de yapılan Apameia Barışından sonra Roma denetimine girmiştir. Romalılar ve Bergamalılar arasında yapılan ikili anlaşmalarla Tralleis, Ephesos ve Telmesos gibi şehirler II.Eumenes (M.Ö. 197-160) yönetimindeki Roma krallığına hediye edildiler.Tralleis özellikle bu dönemde ekonomilerinin zirvede olduğunun göstergesi sayılan, iyi nitelikli ve değerli sayılan Cistophorlar basmışlardır. Kent M.Ö. 133 yılından itibaren resmen Roma İmparatorluğuna bağlanmıştır. Vitrivius ve Plinius, Seleukoslar sonrası dönemde Attaloslar için tuğladan yapılmış bir saraydan söz ederek, bu sarayın Zeus Larasios rahibinin evi olduğunu belirtirler Mesogis Dağları üzerinde, yeri henüz bulunmamış olan Zeus Larasios tapınağı Tralleis sikkeleri üzerinde de betimlenmiştir. Kentin ünlü yontucuları Apollonis ve Tauriskos bu dönemde yetişmiş ve önemli eserler bırakmışlardır.
Roma İmparatorluğuna bağlandıktan sonra kültürel verimliliğini aynı hızla sürdüremeyen Tralleis, Pontus Kralı Mithradates’in savaşçı girişimlerine katılmış ve bunun cezasını beş yıl ağır vergi ödeyerek görmüştür. Yeniden Pompeius, Caesar ve M.Antonius zamanlarında gelişip parlayan Tralleis’in öneminin artışında Nysa kökenli yazar Pythodoros’un rolü olmuştur.
M.Ö. 27-24 yılları arasında yaşanan büyük depremde zarar gören kent Augustus’un yardımlarıyla toparlanarak bu dönemden itibaren Caesarea adını almıştır. Cladius ve Caligula dönemlerinde Tralleis’te en güzel orijinal ve kopya yontu örnekleri verilmiştir. Bizans egemenliği altındayken önemli bir piskoposluk merkezi olan şehir 13. yy.da Selçukluların eline geçti Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kent, antik çağdaki öneminden çok şeyler yitirmiştir. Bugün Tralleisten günümüze kalan tek yapı, M.Ö. 3. yy.a tarihlenen gymnasiona ait tonozlu kalıntıdır.


Tralleis’ten sonraki rotamız Aydın Müzesi..Aydın ve çevresinden çıkan tarihi ve etnoğrafik değerleri görmek için bir saatinizi ayırmalısınız.
Bu arada “zamanım var, Aydın’ı keşfetmeye bir gün daha ayırayım “ diyenlere ve antik kent meraklılarına, Karpuzlu İlçesi yakınlarındaki Alinda ve Çine’deki Alabanda Karya kentlerini de gezi programına almalarını tavsiye ederek Sultanhisar’a doğru yolumuza devam edelim..
Aydın’dan Denizli istikametine yol alırken Aydın çıkışında kahverengi Paşa Yaylası tabelasını göreceksiniz. Aydın’a ve Menderes Ovası’na tepeden bakmak için ideal bir yer Paşa Yaylası.

Bir sonraki durağımız için yola çıkıyoruz. Sultanhisar ilçesine geldiğimizde Nysa tabelası dikkatimizi çekecek. Aydın’da görülmesi gereken antik kentlerden biri Nysa.

Nysa;

Nysa, Aydın ilinin Sultanhisar ilçesi sınırlarında yer alan bir antik kenttir.
Sultanhisar ilçesi sınırları içindeki Karia kentlerindendir. Kent ile ilgili en önemli bilgileri yaşamının büyük bölümünü Nysa'da geçiren Strabon'dan alınmaktadır. Ünlü coğrafyacı Strabon, devrin en önemli eğitim merkezlerinden biri Nysa'da eğitim görmüştür.

Strabon, kentin iki bölümden oluştuğunu anlatmaktadır. Şehri ikiye bölen sel yatağının batısında gymnasion yer almaktadır. Kuzeyde Bizans yapı kalıntısı ve kütüphane yer almaktadır. Kütüphanenin kuzeyinde ise sahne binasında görülen kabartmalarıyla ayrı bir öneme sahip olan tiyatro bulunmaktadır. Sel yatağının doğusunda ise agora, bouleuterion ve hamam yer alıyor. Şehrin nekropolü batıda, kentin kutsal alanı olan Akharaka (Salavatlı) yolu üzerinde bulunmaktadır.
Devam eden kazı ve restorasyon çalışmaları, Aydın Müze Müdürlüğü ve Ankara Üniversitesi öğretim üyesi S. Hakan Öztaner'in bilimsel başkanlığındaki ekip tarafından yürütülmektedir.
Nazilli yönünde yolumuza devam ediyoruz. Yenipazar yol ayrımına geldiğimizde Yörük Ali Efe Evi tabelası dikkatimizi çekecek. Yaklaşık 9 km. sonra Yenipazar’a ve Yörük Ali Efe evi müzesine ulaşacaksınız. Milli mücadele yıllarında Aydın ve çevresinde gösterdiği kahramanlıkla ünlenmiş Yörük Ali’nin bir süre yaşamını sürdürdüğü evi müzeye dönüştürülmüş.Efenin kemikleri de evin bahçesinde oluşturulan mezara nakledilmiş. Kısa zaman içinde müze  evi gezebilir ve Yörük Ali fe’nin mezarını ziyaret edebilirsiniz. Yenipazar’a gelmişken öğle yemeğinizi bu ilçenin meşhur pidesiyle geçiştirebilirsiniz

Yörük Ali Efe Evi


Yenipazar’dan ayrıldıktan sonra Nazilli’ye geliyor, tabelası ve tanıtımı olmadığından yeterince bilinmeyen ama benim hayran kaldığım ve tanıtımı için çaba sarfettiğim Arpaz Beyler Kalesi (kulesi)ve Konağını gezmek için Bozdoğan yoluna sapıyoruz. Arpaz kalesi yaklaşık 10 dakikalık yolculuktan sonra ulaştığımız Arpaz (Esenköy) da.


Nazilli’ye bağlı Esenköy’de bulunan yapı grubu, bir Karya kenti olan Harpasa Kalesi’nin eteklerinde kurulmuştur. Bazı kaynaklarda buranın ismi Arpaz Kulesi olarak da geçmektedir. Akçay’a kadar uzanan ekili araziyi kapsamı içine alan büyük çiftlik işletmesinin sahibi, Arpaz Beyleri tarafından XIX.yüzyıl başlarında inşa ettirilmiştir. Ancak burada XVII. Ve XVIII.yüzyıllara ait, Osmanlı Dönemi kalıntıları ile de karşılaşılmıştır. Buna dayanılarak da kalenin daha erken bir dönemlerde yapılıp, sonradan yenilendiği de düşünülebilir. Burası bir bey konağı, güvenlik kulesi, ambar, ahırları ve müştemilatı ile bir şatoyu andırır. Kule, Arpazlı Hacı Hasan Bey’in, II.Mahmut zamanında Rodos’tan getirdiği ustalara yaptırmıştır.
Mimarisi ve inşaatını gerçekleştiren ustaların etkisiyle bir şato görünümündeki kale bence ülkemizde tek. Gezmekten görmekten keyif alacaksınız. Ama ilgisizlikten ve tanıtımsızlıktan dolayı da üzüleceksiniz.


İki günlük Aydın turumuzu ülkemizin en ünlü antik kentlerinden biri, Afrodisias gezisiyle tamamlayacağız.Afrodisias Karacasu ilçesi Geyre Köyü yakınlarında. Nazilli’den Denizli yönüne devam ettiğimizde küçük ama bir o kadar da şirin ilçe Kuyucak’tan (Kuyucak’lı olduğum için ilçemi en sona bırakıyorum) 4 km. sonra Karacasu ve Afrodisias tabelasından yolumuza devam ediyoruz.
Ünlü fotoğrafçı Ara Güler’in Geyre köyünü gezerken belki de farkında olmadan keşfedip fotoğrafladığı, Prof.Dr. Kenan Erim’in hayatını adadığı ve vasiyeti üzerine ölünce oraya gömüldüğü antik çağın en ünlü heykel okullarından Afrodisias.Yaklaşık iki saatlik bir gezinin ardından kendinizi çok mutlu hissedecek ve tekrar gelmenin planlarını yapacaksınız.
Aydın İli'ne bağlı Karacasu ilçesinde yer alır. Adını aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite’den alan Aphrodisias özellikle Roma çağında Aphrodithe tapınımı ile ünlenmiş antik bir kent olup, günümüzde de çok iyi korunmuş anıt yapıları ile Türkiye’nin en önemli arkeolojik yerlerinden biridir.
Sonraki devirlerde üzerine tiyatro yapılan höyük, M.Ö. 5000’lere kadar giden Prehistorik bir yerleşmedir. M.Ö. 6. yüzyılda Aphrodisias küçük bir köydür. İlk Aphrodithe tapınağı da bu devirde yapılmıştır. Bu görünüm M.Ö. 2. yüzyılda ızgara planlı kentin kuruluşu ile değişmiştir. Bu devirde kentte, yaklaşık bir kilometrelik bir alana yayılmış 15000 civarında insan yaşamaktaydı. M.Ö. 1. yüzyılda Roma İmparatoru Augustus Aphrodisias şehrini kişisel koruması altına aldı. Bugün ayakta kalan anıtlar ondan sonraki iki yüzyıl içinde yapıldı.

Tiyatro ve tapınak arasında etrafı sütunlarla çevrili iki meydan planlandı (Tiberius Portikosu ve Agora). Antik dünyanın en iyi korunmuş stadyumu ise kentin kuzey ucunda yer alıyordu. M.S. 3. yüzyılın sonlarında Aphrodisias Roma İmparatorluğunun Karia Eyaletinin başkenti oldu. M.S. 4 yüzyılın ortalarında da kentin etrafı surla çevrildi. M.S. 6. yüzyıldan itibaren bayındır halini ve önemini kaybetmeye başladı. Aphrodithe Tapınağı kiliseye dönüştürüldü. Küçük bir kasabaya dönen kent 12. yüzyılda tamamen terk edildi. 
Bu kent antikçağın önde gelen mimarlık, sanat, heykeltıraşlık ve tapınma merkezlerindendir. Bizanslı yazar Stephanos, kentin kuruluşunu M.Ö. 13. yüzyıla kadar dayandırmaktadır. Karacasu ilçesinin 12 km. güneydoğusunda bir Karia kenti olarak kurulan Aphrodisias, altın çağını Roma döneminde yakalamıştır. Bu dönemde olağanüstü güzellikte mermer heykeller ve yapılar inşa edilmiş ve Aphrodisias stili olarak bilinen bir sanat ekolü de gelişmiştir


Yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda kentte mimarlık ve heykeltıraşlığın yanı sıra tıp ve astronomi alanlarında da çalışmalar yapıldığı belirlenmiştir. Kentte görülebilecek başlıca yapı kalıntıları, M.S. 2. yüzyılda İmparator Hadrianus zamanında yapılan hamam, büyük havuzlu agora, M.Ö. 1. yüzyılda Tanrıça Aphrodite için yapılan tapınak, stadyum, tiyatro, tiyatro hamamı, odeon, piskopos sarayı, felsefe okuludur.
Bölge Bronz Çağı içinde önemli bir yerleşim alanıdır. Afrodisias Ören yeri içinde bulunan ve Arkeolojik araştırmalar yapılan Akropol ve Pekmez Tepe höyükleri, Bronz Çağının bütün tabakalarını kapsayan önemli buluntular vermişlerdir. İç Anadolu Bronz Çağı uygarlıkları ürünleriyle bir arada çıkan bu buluntular, bölgede gelişmiş ticaret ve kültür alışverişi olduğunu belgelemektedir. Ayrıca, Güzelbeyli Köyü sınırları içinde bir erken Bronz Çağı Nekropolü de tespit edilmiştir.
Afrodisias kazılarında, Akropol Tepe Höyüğü ve Afrodit Tapınağı çevresinde Demir Çağı, Lidya tipi seramik veren tabakalar, Arkaik ve Klasik Dönem yerleşimi tespit edilmiştir. M.Ö. birinci bin yıl içinde bölgenin en önemli Antik Kenti olan Afrodisias’ta Ön Asya kökenli Tanrıça İştar, Asterte, Anadolu kökenli Tanrıça Kybele ve Grek kökenli Tanrıça Afrodit kültlerinin birleşmesinden oluşan doğa ve bereket tanrıçası nitelikli ‘Afrodisias Afrodit’i kültü gelişmeye başlamış ve Afrodit Tapınağı kurularak şehir bir kült (inanç) merkezi haline gelmiştir.
Geç Helenistik Dönemde bölgede iki antik şehir gelişmeye başlamıştır. Afrodisias ve Plarasa Antik Kentleri Roma Döneminde, özellikle Julius Claudius ailesinden gelen imparatorlar döneminde hızla gelişmişlerdir. Roma tarafından ayrıcalık ve özerklik tanınmış ve iki şehir ortak sikke basmışlardır. Afrodisias, yakın çevresinde bulunan mermer ocaklarının kullanımı ile önemli bir plastik sanatlar merkezi haline gelmiştir. Öyle ki, kent sanatçıları kendilerine özgü “Manierist Stil” denilen yontu ekolünü yaratmışlardır. Bölge M.S. 4. yüzyıla kadar gelişmeye devam etmiş ve önemini korumuştur.
Bizans Dönemi’nde Afrodisias Karia Bölgesi Baş Piskoposluğu haline getirilmiştir. M.S. 6–11. yüzyıllarda bölge siyasi, dini ve ekonomik sıkıntılarla Vizigot ve Arap akınları yüzünden önemini yitirmiştir. Bizans kaynaklarına göre 11–13. yüzyıllar arasında bölgeyi dört kez Selçuklular ellerine geçirmişler ve Karacasu toprakları Türkmen boylarınca iskân edilmiştir. Böylece bir süre Menteşe Beyliği, daha sonra da Aydın Oğulları egemen olmuşlardır. 1413 tarihinde II. Murat Karacasu topraklarını Osmanlı İmparatorluğuna katmıştır. 1867 tarihinden itibaren de Karacasu İlçesi olarak Aydın’a bağlanmıştır.


İki günlük yoğun ve yorucu bir tur hazırladık.Artık yorgunluğu atma bu gezinin keyfini çıkarma zamanı. Akşam saatlerinizi Kuyucak ilçemizde geçirme zamanı.Kuyucak’ta beklediğiniz doğal ve tarihi güzellikleri göremeyeceksiniz. Ancak Büyük Menderes Ovası’nın bereketlendirdiği bu şirin ilçede sıcak ve samimi insanları sakinliği sessizliği yaşayacaksınız. İlçede küçük bir tur attıktan sonra Evlidağ mesire alanına giderek  yemeğimizi yiyip akşam güneşini keyifli bir çay eşliğinde batırabiliriz..

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İLGİNÇ HİKAYELER,İLGİNÇ MEKANLAR "CİN DELİĞİ,CEHENNEM KAPISI HİERAPOLİS"

İSTANBUL'UN EN GÜZEL 10 SEYİR TEPESİ

MALTEPE BEŞÇEŞMELER